Yılın bu zamanları geldiğinde ülkede bazı şeyler şaşmaz. Havalar soğur, vitrinler değişir, bir de asgari ücret görüşmeleri başlar. Masalar kurulur, kameralar yerleştirilir, herkes “sorumluluk bilinci” vurgusu yapar. Ardından da o tanıdık cümle duyulur: “Asgari ücret artarsa ekonomi zora girer.”
Her yıl aynı cümle, her yıl aynı endişe. Demek ki bu ekonomi, yıllardır en çok asgari ücretliden çekiyor.

Bu sene tartışmaya yeni bir başlık eklendi: “Asgari ücret artık ortalama ücret haline geldi.” İlk duyduğunuzda insanın aklına şu geliyor: Abartı mı, retorik mi, yoksa yine rakamlarla oynanan bir tartışma mı? Ama biraz durup tabloya bakınca, bu cümlenin neden bu kadar çok tekrarlandığını anlamak zor değil.

Bugün çalışanların neredeyse yarısı asgari ücret ya da hemen onun civarında bir gelirle hayatını sürdürüyor. Yani asgari ücret, sadece “en alttakiler” için belirlenen bir eşik olmaktan çıkmış durumda. Eskiden “asgari ücretli” deyince geçici bir durum, ilk iş, ara basamak gibi algılanırdı. Şimdi ise bu, kalıcı bir statüye dönüşmüş gibi duruyor. Ortalama buysa, insan ister istemez soruyor: Ortalama buysa, yukarısı neresi?

Bu tabloyu her yıl aynı ciddiyetle dinlediğimiz uyarılar takip ediyor. İşverenler, bazı ekonomi çevreleri ve ekranlarda boy gösteren uzmanlar uyarıyor: “Bu artış maliyetleri yükseltir, işveren zorlanır, enflasyon artar, ülke zarar görür.” Teorik olarak yanlış bir cümle değil. Ama pratikte şu soru cevapsız kalıyor: Yıllardır reel olarak gerileyen ücretlere rağmen bu sorunlar neden ortadan kalkmadı?

Asgari ücret artmadığında enflasyon düşmüyorsa, asgari ücret baskılanınca işveren otomatik olarak rahatlamıyorsa, mesele gerçekten sadece ücret mi? Yoksa biz her yıl aynı yerden konuşmayı daha mı güvenli buluyoruz?

Bu güvenli alanın bir de sessiz tarafı var: emekliler. Asgari ücret tartışılırken, asgari emekli maaşı alan milyonlar genelde dipnot muamelesi görüyor. Çalışma hayatı boyunca prim ödemiş, “emeklilik” hayali kurmuş insanlar için ortaya çıkan tablo şu: Çalışırken asgari ücrete yakın yaşa, emekli olunca onun da altında idare et. Bu da sistemin kendi içinde gayet tutarlı bir devamlılığı gibi sunuluyor.

İronik olan şu: Çalışan yoksulluğu konuşulurken emekliler, emekli yoksulluğu konuşulurken çalışanlar hatırlanıyor. Ama ikisi birlikte ele alındığında ortaya çıkan büyük resim, genelde fazla rahatsız edici bulunuyor.

Bir de bütün bunların üstüne eklenen büyük cümleler var. “Büyüyen ekonomi”, “güçlü Türkiye”, “küresel aktör”, “bölgesel liderlik”… Bu ifadelerle, milyonlarca insanın ay sonunu getirme hesabı arasındaki mesafe her yıl biraz daha açılıyor. Ama ilginçtir, bu iki alan sanki birbirinden tamamen bağımsızmış gibi anlatılıyor. Sanki ülke ekonomisi başka bir yerde, ülkede yaşayan insanlar başka bir yerdeymiş gibi.

Asgari ücret artarsa “ülke zora girer” deniyor. Peki asgari ücretli zordayken ülke neden girmiyor? Bu sorunun kendisi bile, tartışmanın ne kadar tek taraflı kurulduğunu gösteriyor. Ülke denilen şey soyut bir kavram gibi ele alınıyor; içinde yaşayan milyonlar ise bu kavramın dışında kalıyor.

Elbette her işletmenin koşulu aynı değil. Küçük işletmeler için maliyet baskısı gerçek. Ama çözümün sürekli olarak ücretleri baskılamak olması, başka hiçbir seçeneğimiz yokmuş gibi davranmak, asıl sorunu ertelemekten başka ne işe yarıyor? Vergi sistemi, teşvikler, kayıt dışılık, verimlilik, katma değer… Bunlar konuşulması zor başlıklar olduğu için mi her yıl asgari ücretin üstüne yıkılıyor?

Asgari ücretin ortalama ücret haline gelmesi bir başarı değil. Bu, yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya eşitlenen bir gelir yapısının göstergesi. Yani herkes birbirine yaklaşıyor ama refah yukarı taşınarak değil, beklentiler aşağı çekilerek.

Ve belki de en çarpıcı ironi burada: Bir ülkenin gücünü anlatırken grafikler kullanıyoruz, ama o grafikleri taşıyan insanların hayatlarına bakmamayı tercih ediyoruz.

Belki de çözüm budur: Ülke ekonomisi ile bu ülkede yaşayan en kalabalık kesimin ekonomik gerçekliği arasında hiçbir bağ yokmuş gibi davranmaya devam ederiz. Rakamlar büyürken hayatlar küçülür, tablolar parlarken sofralar sabit kalır. Sonra da buna “denge”, “istikrar” ve hatta “güç” deriz. Soru şu: Bu kopukluğu normalleştirerek mi gerçekten düzlüğe çıkacağız?